ŞİDDET, MAĞDURU DA ZALİMİ DE EZER
Geçen hafta ülkemizde yaşanan bir vahşet olayına karşı, ilimizde de protesto gösterileri yapıldığını; Cacabey Meydanı’nda toplanan kalabalık grubun, Mersin’de vahşice cinayete kurban giden Özgecan için saygı duruşunda bulunup, oturma eylemi yapıp, slogan attıklarını haberlerimizden öğreniyoruz.
Ben acıdan söz edemeyenlerdenim. Kuşkusuz yaşananla anlatılan her zaman farklıdır ama acı diğer duygulardan daha mahrem yaşanır, daha etkisi yoğun bir duygudur. Edebiyat alıntıları da bu nedenle beni daha iyi ifade eder. Diğer güçlü kalemlerin sözcüklerini cımbızlamak, daha büyük bir keşif, daha anlamlı bir çabadır ve hislerimle arama mesafe koymanın da en “anlamlı” yoludur.
Panait Istrati de kadın üzerindeki “erkek şiddeti”ni toplumsal kabulleri arasında muhafaza eden Balkanlar coğrafyasının yazarıdır. Onun anlattığı halk insanları köylerde yaşar, tutucu ve acımasız töre ve alışkanlıklara körü körüne bağlıdır, yoksul ve kurnazdır. Bir eserinde, trene kaçak olarak binen iki kardeşin, gittikleri yolda, gizlendikleri yerden çıkıp çevreye baktıklarında gördüklerini anlatır örneğin. Şöyle der: “birkaç saatte ancak bir yılda tanıyabileceğimiz şeyler gördük. Bunların başında çorak toprakları süren, karılarıyla hayvanlarını sopalayan köylüler geliyordu.” (Istratı, Panaıt (2014), Baragan’ın Dikenleri, Çev. Bertan Onaran, 2. Basım, İş Yayınları, İstanbul, s.62)
Bir başka eserinde ise, babasından dayak yiyen annesini, “birkaç saat sonra geri döndüğümüzde onu sofaya uzanmış, morluk ve şişlikleri yok etmek üzere yüzüne kırmızı şaraba batırılmış ekmek içi bastırırken buluyorduk.”diye anlatır. (Istratı, Panaıt (2012), Kira Kiralina, Çev. Bertan Onaran, 2. Basım, İş Yayın, İstanbul, s.43) Onun “dayak yiyen kadınları”, hayatın mağduru erkeklerin, kendilerini bir derece daha iyi hissetmelerinin aracıdır yalnızca. Mağdur oldukları için kötüdürler, hayat onlara darbe vurdukça onlar da kendilerinden daha mağdur olan kadını ezerler.
Bana göre en çarpıcı eseri Baragan’ın Dikenleri’nde kadın gözüyle yaşananları şöyle anlatır: “Halkı ayyaş yapan yoksulluktur. Rumen ayyaş değildir ama kederlenince içer… İçki herkesin gönlünü hoş edebilirdi. Kadınların dışında. Kadınlar herkesin yerine çile çekiyordu: kocanın, Tanrının, yasanın, Boyar’ın, saman kıtlığının, hatta kötü hayvanın. Her akşam kalbura dönmüş karanlık köy yollarında bir eşin, ananın, bir kız kardeşin iki adımda bir yere yıkılan bir köylüyü derme çatma kulübelerine doğru sürüdüğü görülüyordu. Kadın çamura bata çıka adamı izliyor, arada birkaç hatırı sayılır yumruk yiyordu. Evde daha sıkı yumruklar bekliyordu onu. Ertesi sabah adam pişman olurdu.” (s.63, 81)
Ama bilir “kötülük” bireysel olmaktan öte, toplumsaldır. Bir başka eserinde de kötülüğünü itiraf eden bir kahramanına şu sözleri söyletir: “Siz “sapıklıktan”, “şiddetten”, “kötü alışkanlıktan” söz ediyorsunuz. Böylece beni utançtan öldüreceğinizi sanıyorsunuz… Sapıklık, şiddet, kötü alışkanlık ha? Hey gidi Mihailciğim hey? Bu dediklerin her gün çevremizde ama kimse başkaldırmıyor! Yasalara, törelere girdi hepsi; birer yaşama kuralı oldu. Ben de işte bu sapık yaşamın sakatladıklarından biriyim; ömrümde herşey sapıklık, şiddet ve kötü alışkanlık oldu; başka bir deyişle salgınların etkisi altında büyüdüm. Oysa hiç de eğilimim yoktu bunlara.” (Istratı, Panaıt (2012), Kira Kiralina, Çev. Bertan Onaran, 2. Basım, İş Yayın, İstanbul, s.17)
Kötülüğü sisteme yükleyip vahşeti gerçekleştiren kötüleri mazur göstermeye çalıştığım ya da sadece yoksulluğa bağladığım düşünülmesin. Söylemek istediğim şey, toplumsal bir ürün olan insanın biçimlenmesinde, içinde yaşadığı iklimin karmaşık bir ağ şeklinde rolü olduğudur. Şiddet yaratan mutlaka şiddet mağduru olmuştur, kişiliği mutlaka ezilmiştir. Son sözü yine Istrati’nin acı çeken kadınına bırakayım, çünkü o yine de herkesin acısını çeker: “Çok yerindeydi halkın şu sözü: “Güzelim ülke, kötü yönetim, Tanrı’nın cezası yönetmelik” Buydu işte. Kötü örgütlenmiş, kötü yönetilen, varlıklı ülke; anam da bütün Rumen köylüleri gibi çok iyi bilirdi bunu. Eflak’ın bir ucundan öbürüne süren uzun göçebelik yılları boyunca herhangi bir ırmaktan uzak, et alamayacak kadar yoksul, Tuna nehri ile kollarının, uzantılarının geçtiği yüzlerce kilometrelik kıyılarda milyonlarca kilo balık yatarken, çürürken, boşa giderken, yalnız mamaliga (mısır unundan yapılan yemek) ve sebzeyle yaşayan insancıkların içler acısı yaşamını binlerce kez görmüştü.” (Baragan’ın Dikenleri, s.12) Ezilmeyen erkeklerle şiddet görmeyen kadınların dünyasında yaşam dileğiyle…