Gerçekten de farklı kültürel bölgeler, farklı damak tadları ve farklılaşan yemekleri ile ayrıştırılabilir kolayca. Farklı yerleri “görmek” de bilgi edinmek anlamına gelir elbette. Ama o farkı duyumsamanın en iyi yolu, koku ve tat farklarını denemektir. Bu farklılıklara tepki duyuluyorsa, kültür farkı kendisini açıklıkla sergiliyor demektir.
Farklılıkları tolere edebilmek, çağdaş dünyanın hoşgörü düzeyine ilişkin bir gösterge olmakla birlikte; farklarını bir renk olarak koruyamamak da kültürel yozlaşma ve birörnekleşmeye kapılmak demektir.
Oysa dünyanın gelişimine ayak dirememek, hayatın kalitesini artıran unsurlarını kendi yaşamına yansıtabilmek ne denli önemliyse; kendi özüne ait öz değerlerine sahip çıkmak da o denli uygar bir yaklaşımdır. Yani bu iki çaba birbirini dışlayan değil, birbirini bütünleyen yaklaşımlardır.
Bu nedenle mutfak kültürü dahil olmak üzere, kültürünün bazı ögelerini çağın aşındırıcı etkisine karşı koruyabilmek gerekir.
Farklılıkların çatışma yaratmadığı yerlerde ise hoşgörü düzeyinin yüksek olduğu anlaşılır. Bunun günümüzde en yaygın ifade edilişi ise “çokkültürlülük” kavramında odaklanır.
Örneğin dünyanın en “çokkültürlü” ülkesi kabul edilen “Amerikan kentinde, en azından 100 farklı mutfağın olduğu söylenmektedir. Pillsbury’nin dediği gibi “büyük göçler, başka kültürlerden etkilenme süreci ve besin teknolojisi patlaması, neredeyse tüm toplulukları maliyeti düşük yeni egzotik yiyeceklerle tanıştırmıştır”. (John Urry, Mekanları Tüketmek, Çev.Rahmi G. Öndül, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1999, s.205)
Gerçekten de dünya önceden olduğundan daha fazla hareket halindedir. Çok farklı kültürler gittikleri yerlere taşınmakta ve kendi izlerini de buralara sunmaktadır.
Amaç her özgün detayın silindiği bir yapı değil, tüm renklerin kendini koruyabildiği bir renk ahengini kurabilmektir.